Geleneksel Tıraş Forumları

Tam Versiyon: Tarih üzerine Yazılar, Savlar, Sorular
Şu anda arşiv modunu görüntülemektesiniz. Tam versiyonu görüntülemek için buraya tıklayınız.
Sayfalar: 1 2 3 4 5 6 7 8 9 10 11 12 13 14 15 16 17 18 19
(Cem Sultan'ın Vatikan'daki sürgünlüğünde bir grup tablosu içindeki yüzü)

9c59ff0c1643dd1e8f3c9b7a0d46dde3.jpg



8de56e2d006cf40da5365abab83caee7.jpg



68a9c9e6c14be4345e9e6b82feb72ff5.jpg


bf0b28d7ba611879f9541559cab7e622.jpg







Geçenlerde Fatih Sultan Mehmed'in oğulları arasındaki taht kavgasına dair bir belge mektuptan bahsetmiştik.


Cem Sultan olayı içerdiği dramla ülke halkını o zamandan bu yana etkilemiştir.

Taht söylendiği gibi Cem Sultan'ın doğal hakkı değildi, II. Beyazıd'la ilgili düzenleme önceden yapıldıysa da, Topkapı Sarayı'ndaki güç kavgasından dolayı birbirine düşmüş vezirlerin Cem'i dahliyle olay bu şekilde gelişir.


Abisine yenilen Cem Sultan önce Rodos Şövalyelerine sığınır, yıllar sonra oradan Vatikan'a gönderilir ve Papa'nın elindeki esaret yılları başlar. Bu sürgünlük yıllarının başında Mekke'ye giderek Hacı olur. Osmanlı Hanedanında Hacı olmuş ilk hanedan üyesidir.


Zehirlenerek ölmeden önce yazıp maiyetindekilerden birine verdiği vasiyet notunda 'öldüğümde Abime haber verin, tabutumu bu kafir ülkelerinde bıraktırmasın, ülkeme geri götürsün' diye yazar. Öldükten sonra naaşı İtalya'dan getirilerek Bursa'da yukarıda resimlerini gördüğünüz türbeye gömülür.


Sürgünlüğü sırasında Abisi Bayezid'e mektuplar yazar Cem Sultan.
Şiir olarak yazdığı ve abisi II. Bayezid'in de şiirle karşılık verdiği bir mektuplaşmayı aşağıya ekledim.

(Bu arada bir bilgi vereyim: şiir yazan ve önemli divanları olan bir çok Osmanlı Padişahı vardır ama Osmanlı Padişahlarından ilk şiir yazan kişi, (kendileri de şair olan Büyük Fatih'in babası ve Cem ile Bayezid'in dedesi olan) Padişah II. Murat'tır. )




Mektuplar:


Cem Sultan'dan abisi Padişah II. Bayezid'e: (Hacca gittiğini özellikle belirterek bunu yapan ilk Osmanlı hanedan üyesi sıfatıyla bir üstünlük kurma çabası vardır bu mektupta)



“Sen pister-i gülde yatasın şevk ile handan

Ben hicr ile bâlin edinem hârı. Sebeb ne?

Bu saltanat-ı dünye ola bu adle mukârin

Hacc’ül-Harameyn anı talep kılsa, acep ne?"




(Sen gül döşekte keyifle, güle oynaya yatarken

Ben çölde dikenleri yastık edeceğim. Sebep ne?

Bu dünya saltanatı adaletle paylaştırmayı emrediyor.

Hacca giden kişi talep etse, ne olur?)







II. Bayezid, kardeşi Cem’e şöyle cevap verir:



“Çun ruz-ı ezel kısmet olunmuş bize devlet,

Takdire rıza vermeyesün böyle sebep ne?

Hacc-ül harameynim diyüben da’vi kılursun,

Ya saltanat-ı dünyeviye bunca talep ne?"



(Madem devlet bize ezelden kısmet olunmuş

Allah’ın bu takdirine razı olmak istemeyişine sebep ne?

Mekke ve Medine’yi ziyaret etmekle (Hacı olmakla) da övünüyorsun

Öyleyse dünya saltanatına bunca talep ne?)




Sent from my iPad using Tapatalk
4a56fe0ceea3e9ea9f50f211dca980f0.jpg



Kanuni Sultan Süleyman kendisine ayaklanan oğullarına (şehzadelerine) karşı savaşırken, ya da Mustafa gibi (ileride yazacağım) fiili ayaklanmaya girişmeyen oğlunu bile öldürtürken olanlar malumumuz.


Şehzade Bayezid yenilir ve oğullarıyla İran'a sığınır, Kanuni'nin para teklif etmesi üzerine İran şehzade ve oğullarını Kanuniye teslim eder, öldürülürler (burada kimin tarafından ve nerede öldürüldüklerine dair detaylar değişik kayıtlarda farklılaşır biraz.) Hatta Bayezid'in (başka bir yerdeki) beşikteki torunlarını bile öldürtür Kanuni.


O döneme dair merakı olanlara, Şerafettin Turan hocanın yukarıdaki güzel kitabını öneririm.



Şehzade Bayezid'in babası Kanuni Sultan Süleyman'dan af dilediği mektubu ve babasının ona cevabı ünlüdür. Bu adamlar şair aynı zamanda. Mektupları da kendi mahlaslarıyla şiir olarak yazarlar birbirlerine.

İşte o mektuplar:


Şehzade Bayezıd’ın İran’a sığınmak zorunda kalmasının ardından babası Kanuni Sultan Süleyman’a yazdığı mektup :



Ey seraser âleme Sultan Süleyman’ım baba,
Tende Canım, Canımın içinde cananım baba,
Bayezîd’ine kıyar mısın benim canım baba
Bigünahım, Hak bilür, devletlü sultanım baba.

Enbiya ser-defteri yani ki Âdem hakkıçün,
Hem dahi Musî ile îsî-i Meryem hakkıçün,
Kainatın server-i ol Ruh-i âzam hakkıçün,
Bigünahım, Hak bilür, devletlü sultanım baba.

Sanki Mecnun’um, bana dağlar başı oldu durak,
Ayrılıp bilcümle mal ü mülkten düştüm ırak,
Dökerim göz yaşını vâhasretâ, dâd-el-firak,
Bigünahım, Hak bilür, devletlü sultanım baba.

Kim sana arzeyleye hâlim, eya şah-ı kerim,
Anadan, kardeşlerimden ayrılıp kaldım yetim,
Yok benim bir zerre isyanım sana,
Hak’tır alîm, Bigünahım, Hak bilür, devletlü sultanım baba.

Bir nice ma’sumum olduğun şeha bilmez misin?
Anların kanına girmekten hazer kılmaz mısın,
Yoksa ben kulunla Hak dergahına varmaz mısın,
Bigünahım, Hak bilür, devletlü sultanım baba.

Hak Taâlâ, kim cihanın şahı etmiştir seni
Öldürüp ben kulunu, güldürme şahım düşmeni
Gözlerim nuru oğullarımdan ayırma beni
Bigünahım, Hak bilür devletlü sultanım baba

Tutalım iki elim baştan başa kanda ola,
Bu meseldir, söylenir kim “kul günah itse n’ola”
Bayezîd’in suçunu bağışla, kıyma bu kula,
Bigünahım, Hak bilür, devletlü sultanım baba.


Günümüz Türkçesi:

Ey baştanbaşa âleme Sultan Süleyman’ım baba,
Tende Canım, Canımın içinde cananım baba,
Bayezîd’ine kıyar mısın benim canım baba
Günahsızım, Hak bilir, mevkî sahibi sultanım baba.

Nebiler defterin başı yani ki Âdem hakkı için,
Hem dahi Mûsa ile Îsa ve Meryem hakkı için,
Kâinatın serveri o en büyük ruh hakkı içün,
Günahsızım, Hak bilir, mevkî sahibi sultanım baba.

Sanki Mecnun’um, bana dağlar başı oldu durak,
Ayrılıp bütün mal ve mülkten düştüm uzak,
Dökerim gözyaşını özleyiş ve ayrılık acısından medet,
Günahsızım, Hak bilir, mevkî sahibi sultanım baba.

Kim sana arz eyleye hâlimi, Ey cömertlerin padişahı,
Anadan, kardeşlerimden ayrılıp kaldım yetim,
Yok benim bir zerre isyanım sana,
Hak’tır âlim, Günahsızım, Hak bilir, mevkî sahibi sultanım baba.

Bir nice masumum olduğunu ey padişah bilmez misin?
Onların kanına girmekten çekinme kılmaz mısın?
Yoksa ben kulunla Hak dergâhına varmaz mısın?
Günahsızım, Hak bilir, mevkî sahibi sultanım baba.

Hak Taâlâ, kim cihanın padişahı etmiştir seni
Öldürüp ben kulunu, güldürme padişahım düşmeni
Gözlerimin nuru oğullarımdan ayırma beni
Günahsızım, Hak bilir mevkî sahibi sultanım baba

Tutalım iki elim baştanbaşa kanda olsun,
Bu meseldir, söylenir ki “kul günah etse ne olur”
Bayezid’in suçunu bağışla, kıyma bu kula,
Günahsızım, Hak bilir, mevki sahibi Sultanım baba.






Bu da yukarıdaki mektuba Kanuni'nin cevabı :





Ey dem-a-dem mazhar-ı tugyân u isyânum oğul

Takmayan boynına hergiz tavk-ı fermânum oğul

Ben kıyar mıydum sana ey Bâyezid hânum oğul

Bî-günâham dime bâri tevbe kıl cânum oğul

Enbiyâ vü evliyâ ervâh-ı a’zam hakkıçün

Nûh ü İbrahim ü Mûsi İbn-i Meryem hakkıçün

Hatm-ı âsâr-ı nübüvvet Fahr-ı Âlem hakkıçün

Bî-günâham dime bâri tevbe kıl cânum oğul

Adem adın itmeyen Mecnûna sahralar durak

Kurb-ı tâatdan kaçanlar dâima düşer ırak

Tan degüldür dir isen vâ hasretâ dâd el-firak

Bî-günâham dime bâri tevbe kıl cânum oğul

Neş’et-i Hakdur nübüvvet râm olan olur kerîm

“Lâtekul üf” kavlini inkâr iden kalur yetîm

Tâata isyâna alîmdür Hudâvend-i Kerîm

Bî-günâham dime bâri tevbe kıl cânım oğul

Rahm u şefkat zîb-i îmân olduğın bilmez misün

Yâ dem-i masûmı dökmekden hazer kılmaz mısun

Abdi âzâd ile Hak dergâhına varmaz mısun

Bî-günâham dime bâri tevbe kıl cânum oğul

Hak reâyâ-yı muti’e râi itmişdür beni

İsterem mağlûb idem agnama zib-i düşmeni

Hâşâlillah öldürürsem bî-güneh nâgâh seni

Bî-günâham dime bâri tevbe kıl cânum oğul

Tutalum iki elüm başdan başa kanda ola

Çünki istiğfâr idersün biz de afv itsek nola

Bâyezidüm suçını bağışlaram gelsen yola

Bî-günâham dime bâri tevbe kıl cânum oğul





Günümüz Türkçesi:

Ey her an başkaldırı ve isyanla meşgul oğul

Boynuna fermanımı takmayan oğul,

Ben kıyar mıydım sana ey Beyazıt Hanım oğul,

Bigünahım deme, bari tevbe kıl canım oğul.



Peygamberler veliler ve bütün ulular hakkıçün

Nuh, İbrahim, Musa ve Meryem oğlu hakkıçün

Hatm-i asarı nübüvvet, fahri alem hakkıçün,

Bigünahım deme bari tevbe kıl canım oğul.



Adem adın etmeyen Mecnuna sahralar durak,

Büyüğe itaatten kaçanlar daima düşer ırak,

Kader değildir der isen hasretle firak,

Bigünahım deme bari tevbe kıl canım oğul.



İmanın ve şefkatin hedefi olduğun, bilmez misin?

Ya masum kanı dökmekten, korkmaz mısın?

Bu çaresiz kul ile hak dergahına varmaz mısın?

Bigünahım deme bari tevbe kıl canım oğul.



Hak, reayaya boyun eğdirmeye tayin etti beni,

İsterim mağlup edem, zib-i düşmeni,

Korkarım Allahtan, öldürürsem bigünah seni

Bigünahım deme, bari tevbe kıl canım oğul.



Tutalım ki iki elin baştan başa kanda ola,

Madem pişman oldun, biz de affetsek ne ola

Bayezidim, suçunu bağışlarım gelsen yola

Bigünahım deme, bari tevbe kıl canım oğul.




Sent from my iPad using Tapatalk
Bu yazışmayı birkaç sene önce Talha Uğurluel'in bir kitabında okumuştum . Tarifsiz ..
@SumNauta , teşekkürler .
Geçenlerde güzel Tarih Dergisi #Tarih'den bahsederken Değerli Necdet Sakaoğlu hocanın oradaki yazılarının tiryakilik yaptığından bahsetmiştim.

Onun başta (dönüp dönüp tekrar okuduğum) 'Bu Mülkün Sultanları' dahil tüm kitapları çok güzeldir. Okumaları çok keyiflidir.


Bugün önereceğim kitaplardan biri onun yeni kitabı.


Necdet Hoca'nın uzun süredir üzerinde çalıştığı önemli bir kitabın yayınlanmasını heyecanla bekliyordum. İşte o güzel kitap nihayet bana ulaştı


Konuya ilgi duyanlara gözü kapalı öneririm.


637fa597466a21e714895a92022d1374.jpg



47822c9d6efbd193c9d65199534b35a4.jpg




Yeni okumaya başladığım bir başka kitap da bu:


39602fd412f070d00858d54fa13ff3d8.jpg


Sent from my iPad using Tapatalk


Sent from my iPad using Tapatalk
5d52681ce895cf46d04dac02cdbe5f06.jpg






Necdet Sakaoğlu'nun güzel kitabından Rönesansın en entellektüel Mareşali / Hükümdarı Büyük Fatih Sultan Mehmed hakkında 2 alıntı:



"Fatih'in fiziksel özelliklerini, kendisini tanıyan yerli ve yabancı birçok sanatkar ve yazar betimlemiştir. İtalyan Zorzo Dolfin, onun az gülen, zeki, çalışkan, cömert, amacına ulaşmada inatçı, her gün kitap okuyan, Roma Tarihini, Heredotos'u ve daha pek çok tarihi okutup dinleyen, araştırmalar, incelemeler yapan eşsiz bir insan olduğunu anlatır.

Yine bir başka İtalyan Langusto da onun ince yüzlü, uzunca boylu, asil tavırlı, korku uyandıran, az gülen, öğrenmeye aşırı istekli ve cihan devleti kurmayı ideal edinmiş bir hükümdar olduğunu açıklar.

Osmanlı Tarihçilerinden Neşri, Fatih'i, adaletli, yiğit, bilgin, dindar, bilginleri ve erdemlileri koruyan, nerede bir olgun kişinin varlığını haber alsa İstanbul'a getirtip aylık bağlatan bir Sultan olarak tanıtır.
Ali Kuşci'yi Semerkant'tan getirttiğini, katına çıkanları iyiliğinden yoksun bırakmadığını, gezmeye çıksa dilencilere dinarlar verdiğini, İstanbul fukarasından onun florisini yemedik bir kişinin bulunmadığını, şairlere eğiliminin de kendisinin de şair olmasıyla ilgili bulunduğunu yazar.

İlk Osmanlı Padişahları için yakıştırılan "ermişlik", Fatih'ten de esirgenmemiş, "Veli Hükümdarlardan" sayılmıştır."





"Venedik Senatosu, Fatih'in portresini yapması için 1479'da Gentile Bellini'yi göndermişti. Venedik balyosunun takdim ettiği Bellini, padişahın portrelerini ve madalyonlarını yaptı.

Onun Müslüman sanatkarlar tarafından yapılan resim ve minyatürleri de vardır. Mehmed Siyah Kalem'e hazırlattığı albüm günümüze ulaşmıştır.

Antik Çağ eserlerine ilgi duyan Fatih, İstanbul'daki dikilitaşları muhafazaya aldırmış, ancak bunların üstündeki heykelleri indirtmiştir.

Sarayda tesis ettiği hususi kütüphaneye Arapça, Farsça ve Türkçe eserlerin yanında Yunanca, Latince eserler de koydurmuş, bunlardan Ptolemeios'un Coğrafya'sını 1464-1465'te Trabzonlu Amyntaes'e çevirttirmiştir.

Bu eserlerden günümüze kadar korunulabilenler Topkapı Sarayı Müzesi kütüphanesi'ndedir. Fatih'in, kendi kütüphanesi ile Ayasofya, Eski İmaret, Sahn-Seman medreseleri kütüphanelerine 800 dolayında özgün eser kazandırdığı biliniyor."





Sent from my iPad using Tapatalk
Çok güzel bir kitaptır.Lise yıllarımda okumuştum ilk ben,daha Sonra kütüphanemde bulunsun diye edinmiştim.Şiddetle tavsiye ediyorum.Paylaşım için de Ayrıca teşekkür ederim.


Tapatalk kullanarak iPhone aracılığıyla gönderildi
c6c4bd90d4cd14cf00ec5174bfb28906.jpg






Roma İmparatorluğu'nun Ülkemizdeki İlk Başkenti


Günümüzdeki İzmit şehri ve civarı eski dönemlerde Bithnyia diye anılırdı. Trakya'dan gelen Megara'lılar bundan 2800 yıl önce İzmit Körfezi yakınlarında bir şehir kurmuşlardı. Çok sonrasında daha ötedeki bir alanda kurulan Nikomedia şehrine yerleştiler. Bu şehir yıkılana kadar Bithynia Krallığı'nın başkenti olacaktı. Günümüzdeki İzmit şehridir bu Nikomedia şehri.

Roma İmparator'luğunun ilk başkenti Roma idi ama bu sadece M.S. 284 yılına kadar olan bir zamanı kapsar (1037 yıl boyunca imparatorluğun başkenti idi Roma.)

İstanbul'un Roma İmparatorlu'ğunun başkenti olması ise M.S. 330 ile 1453 yılları arasındaki 1123 yıllık döneme tekabül eder.


Aradaki 46 yıl boyunca ise Roma İmparator'luğunun başkenti İzmit'ti.
Roma'nın başkentini buraya taşıyan İmparator Diokletian'dı. Roma İmparatorluğu'nu içine girdiği kaos döneminden kurtaran bir hamledir bu, vesayet sistemini yok eden ve ekonomiyi güçlendiren adımlarla.

330 yılında ise imparator Konstantin, başkenti Yeni Roma İstanbul'a (Konstantinople) taşıdı. İstanbul Roma İmparatorluğu'nun 3. Başkenti'dir artık.


Başkent İstanbul iken de Roma İmparatorlarının kimisi bazen İzmit'de, İstanbul'un kargaşasından uzakta vakit geçirmeyi severmiş. Bizim kimi Padişahlarımızın İstanbul'u değil eski başkent Edirne'yi tercih etmesi gibi


Sent from my iPad using Tapatalk
807c801ebca76bc1cd5b0bac50a3be56.jpg





a3fd96e33fc2c2ac6570fd2e83ad89d8.jpg








Sadece bizim tarihimizin değil, dünya tarihinin en büyük Mareşallerinden biri olan Padişah 4. Murad çocuk yaşta tahta çıkmış, etrafındakilerin iktidar savaşları içinde çok zor dönemler yaşamış ama sonrasında iktidarın sahibi olarak önemli fetihler yapmıştı. Çok genç yaşta öldü.


4. Murad sadece 13 yaşında bir çocuk padişah iken, veziri Hafız Ahmed Paşa'yı Bağdat Seferine göndermiştir. Yaşadığı başarısızlık üzerine Hafız Ahmed Paşa, (kendisi de ataları gibi şair olan) 4. Murad'a bir manzum mektup gönderir, yardım ister.

13 yaşındaki Padişah da ona manzum bir mektupla zehir zemberek bir cevap verir. 'Yedi İklimin Padişahı' olduğunu da ekler mektuba.



Tarihimizden bir belge olan bu mektupları aşağıda orijinalleri ve günümüz Türkçesine uyarlanmış halleriyle görebilirsiniz.


(Bu manzum mektubu vezirine gönderen 13 yaşındaki çocuk Padişah 4. Murad ileride bir tarihte 8 Nisan 1638 günü güzel Üsküdar'ımızdan yola çıktı ve Aralık'ta Bağdat'ı İranlılardan alarak İmparatorluğumuza geri kazandırdı. 26 yaşındaydı. Topkapı Sarayı'ndaki şaheser Bağdat Köşkü bunu. İçin eklenmiştir.)





Hafız Ahmed Paşa'nın 13 yaşındaki 4. Murad'a gönderdiği mektup:


"Aldı etrâfı adû imdâda asker yok mudu
Din yolunda baş verir bir merd-i server yok mudur
Hasmı geşt ile oyunda ruh-be-ruh şeh mât eder
Cenkde bir at oynadur ferzâne bir er yok mudur
Bir aceb girdâba düştük çâresiz kaldık meded
Âşinâlar zümresinden bir şinâver yok mudur
Cenkde hem-pâmız olup baş verip baş almağa
Arsa-i âlemde bir merd-i hünerver yok mudur
Def’-i bî-dâda tekâsülden garaz ne bilmezüz
Derd-i mazlûmdan suâl olmaz mı mahşer yok mudur
Âteş-i sûzân-ı a’dâya bizimle girmeğe
Dehr içinde imtihân olmuş semender yok mudur
Dergeh-i Sultân Murâd’a nâmemiz irsâline
Bâd-ı sarsar gibi bir çâbük-kebûter yok mudur"


Günümüz Türkçesiyle:

(Etrafı düşmanlar sardı, yardıma yetişecek asker yok mudur?
Din yolunda başını verecek cesur askerler nerede!
Savaşta iyi at süren ve yüz yüze düşmanı şah-mat edecek bilgili bir asker de mi kalmadı?
Tehlikeli bir akıntıya düştük ve çaresiz kaldık. Bizi bu sıkıntıdan kurtaracak tecrübeli bir dalgıç yok mudur?
Cenkte yoldaşımız olup, baş verip ve almak için dünya arsasında hüner sahibi bir asker yok mudur?
Zulmü def etmede gevşek davranmanın kastının ne olduğunu bilmeyiz.
Zulme uğramış bir mazlumdan sual edecek bir mahşer de mi yoktur?
Bizimle düşmanın yakıcı ateşine girmek için ateşte yanmadığına inanılan semender gibi asker kalmadı mı?
Sultan Murad’ın dergâhına mektubumuzu ulaştıracak şiddetli rüzgar gibi süratli bir güvercin de mi yoktur?)







13 Yaşındaki Padişah 4. Murad vezirinin mektubunu şöyle cevaplar:



"Hâfızâ Bağdâd’a imdâd etmeğe er yok mudur
Bizden istimdâd edersin sende asker yok mudur

Düşmeni mât etmeğe ferzâneyim ben der idin

Hasma karşı şimdi at oynatmağa er yok mudur

Gerçi lâf urmakda yokdur sana hem-pâ bilürüz

Lîk senden dâd alur bir dâd-güster yok mudur

Merdlik da’vâ ederken bu muhanneslik neden

Havf edersin bâri yânında dilâver yok mudur

Râfizîler aldı Bağdâd’ı tekâsül eyledin

Sana hasm olmaz mı Hazret rûz-ı mahşer yok mudur

Bû-Hanîfe şehrin ihmâlinle vîrân etdiler

Sende âyâ gayret-i dîn ü peyamber yok mudur

Bî-haberken saltanat ihsân eden Perverdigâr

Yine Bağdâd’ı eder ihsân mukadder yok mudur

Rüşvet ile cünd-i İslâm’ı perîşân eyledin

İşidilmez mi sanursun bu haberler yok mudur

Avn-i Hak’la intikâm almağa a’dâdan meğer

Bende-i dîrîn vezîr-i dîn-perver yok mudur

Bir Alî-sîret vezîri şimdi serdâr eylerim

Hazret-i Peygamber mu’în olmaz mı rehber yok mudur

Şimdi hâlî mi kıyâs eylersin âyâ âlemi

Ey Murâdî pâdişâh-ı heft-kişver yok mudur"





Günümüz Türkçesiyle:



((Ey Hâfız! Bağdat’a imdat etmek için sende asker yok mudur?

Bizden yardım dilersin, senin yanında asker kalmadı mı?

Düşmanı mat etmek için “ben hünerliyim” derdin.

Şimdi düşmana karşı at oynatacak bir asker de mi yoktur?

Laf söylemekte sana yoldaş bulunmaz, biliriz.

Fakat senden hakkını alacak bir adalet dağıtıcı yok mu sanırsın?

Erkeklik davasında iken bu kadınsı hareketler neden?

Korkmaktasın, fakat hiç olmazsa yanında erkek de mi yoktur?

Gevşeklik göstererek Bağdat’ı Şiilere bıraktın.

Bundan dolayı yarın mahşer gününün sahibi sana düşman olmaz mı?

Senin ihmalinle sebebiyle Ebû Hanife hazretlerinin şehrini vîrân ettiler; acaba sende hiç din ve peygamber gayreti kalmadı mı?

Vakitsiz bir şekilde saltanat ve devlet ihsan eden Allah, yine bize Bağdat şehrini geri verir.

Rüşvet ile İslam askerini perişan eyledin. Bu haberler bizim kulağımıza gelmez mi sanırsın?

Cenab-ı Hakk’ın yardımıyla düşmandan intikam almak için dinini seven sâdık bir vezirim yok mu zannedersin?

Şimdi Hazret-i Ali gibi cengâver bir veziri kumandan tayin ederim.

Ona Hazret-i Peygamberin yardımcı olmayacağını mı zannediyorsun?

Hâfız! Acaba sen âlemi başı boş bırakılmış mı sandın?

Ey Murad! Yedi iklimin padişahı sen değil misin!)








Sent from my iPad using Tapatalk
20bfc1aedde29b8960eb99d867011a4c.jpg







Teşkilat-ı Mahsusa adı büyük bir sis bulutunun ardında kalmış hep. Efsaneler üretilse de ona ilişkilendirilen sonuç almış işler pek görünmez.

İlber Ortaylı dahil bir çok tarihçimiz adı abartılarla efsane haline getirilse de 'resmi' olarak böyle bir devlet örgütü olduğuna dair belge yoktur der. Bir çok tarihçiden daha fazla Arşivlere hakim (ve etkin arşiv çalışması yapma becerisi olan) gazeteci Murat Bardakçı da İttihat Terakki'nin gücü ele geçirdikten sonra kurduğu ve başına Süleyman Askeri Bey'i geçirdiği 'Umûr-ı Şarkiyye Dairesi' adlı büronun bu örgüt olduğunun kabul gören bir yaklaşım olduğunu ama daha çok hayallerle yüceltilen bir oluşum olduğunu belirtir.

Örgüte dair bilgiler kopuktur, yok edilmiş belgeler olduğu da düşünülür. Ama yine de bir grup tarihçi bu örgüte dair çalışmalar yapmakta, kitaplar yayınlamakta bu sis perdesini aralamak için.


Bu örgüte ve özellikle eski efsane adamlardan Kuşçubaşı Eşref'e dair merakımdan da beslenen bir ilgiyle şu sıralar Teşkilat-ı Mahsusa'ya dair 4 kitap okuyorum.


Bu konuda ilk kapsamlı çalışmayı yapan Philip Stoddard'ın kitabının ilk bölümünde yer alan bir analizi paylaşmak istedim.

İleride yine bu örgüte ve Kuşçubaşı Eşref Bey'e dair yazmak istiyorum.





"İslam Birliği

19. yüzyılın son çeyreğinde Osmanlı İmparatorluğu'nda görülen İslam Birliği (Pan-İslam) hareketinin büyük kısmı, imparatorluğun Avrupa karşısındaki güçsüzlüğünden duyulan kaygıdan kaynaklanmıştır. Avrupalılar'ın sömürgeci yayılmalarının en yüksek düzeyine vardığı bu dönemde, milyonlarca Müslüman'ın ezilmesine karşı ideolojik bir protestoyla köi Müslüman aydınlar, sömürge yönetimleri altında yaşayan dindaşlarıyla bir dinsel birlik bilinci yaratmaya çalıştılar. Bu düşünürler, özellikle Cemaleddin Afgani, İslam Birliğini Avrupalılar'ın politik ve ekonomik hakimiyetine karşı bir silah olarak kullanmak istediler.

Osmanlı Padişahının bütün Müslümanlar'ın Halifesi olduğu görüşü, ilk kez Abdülaziz devrinde (1861-1876) kesin bir biçimde öne sürüldü. Bu düşünce, 1876 Anayasasının 4. maddesinde şöyle yansıtıldı: "Zatı Hazreti Padişahi hasbelhalife dini İslamın hamisi ve bilcümle tebeai Osmaniyenin Hükümdar ve Padişahıdır."

İslam Birliği öğretisi, Padişaha İslam dünyasının lideri rolünü verdiği için, II. Abdülhamid'e de çekici görünmüştü. II. Abdülhamid, bir yandan Avrupalı güçlere, bir yandan da ülkedeki Meşrutiyetçilere karşı imparatorluğun toprak bütünlüğünü ve geleneksel Osmanlı sistemini korumak için mücadele veriyordu. Uzun Padişahlık döneminin (1876-1909) son yıllarında, imparatorluk içindeki ve dışındaki düşmanlarıyla mücadelesi daha da sertleşirken İslam Birliği fikrinin pek güvenilemeyecek ideolojik gücünü kullanmaya yöneldi. Bu kavramdaki mistizime rağmen, Padişahın kendisi hayallere pek kapılmayan bir gerçekçiydi; büyük devletleri birbirine karşı kullanmak şeklinde kurnaz bir politika izledi. Aynı zamanda, kendisini dünyadaki 300 Milyon Müslüman'ın Halifesi olarak tanıttı. İnancının sağlamlığını ve güçlülüğünü göstermek için, Mekke'ye haccı kolaylaştıracak Hicaz demiryolunun inşaatını başlattı.

II. Abdülhamid'in İslam Birliği politikasının amacı açıktı: Hıristiyan Avrupa emperyalizminin önüne geçerek İslam dünyasının gerileyişini durdurmak. Bu politika çeşitli biçimlerde yürütüldü: Yabancı işgalini durdurmak, yabancıların özel ayrıcalıklarını ve bağışıklıklarını kaldırmak, gerçek İslam inancını yerleştirmek ve -mümkün olursa- bütün Müslümanları tek bir devlette meşru Hükümdarları Halife'nin yönetiminde birleştirmek.

II. Abdülhamid, bir yandan Rusya'yla, öte yandan da İngiltere ve Fransa'yla mücadele ederken bir üçüncü güç aradı ve Almanya'ya yakınlaştı. Temel sorununa -imparatorluğun çöküşten veya küçük ulusal birimlere bölünüp parçalanmaktan nasıl kurtarılacağı- bir çözüm arıyordu. Almanya, kendine özgü nedenleriyle yardıma koşmaya can attı.

II. Abdülhamid'in yerine geçen V. Mehmed ve İttihat ve Terakki Cemiyeti, resmi olarak, geleneksel Osmanlıcılık politikasına bağlı kaldılar. Bu politikaya göre, Padişahın bütün tebaası, ait oldukları dil veya din grubuna bakılmaksızın ortak bir vatandaşlıktan yararlanacaklardı. Osmanlıcılık, imparatorluğun milliyetçi gerçeklikleri karşısında çoktandır eskimişti. Bir Osmanlı milleti yoktu, aslında ulusal nitelik taşımayan Osmanlı sisteminin herhangi bir milliyetçilikten kazanacağı hiçbir şey de yoktu. Bu sırada, Osmanlı sistemi, bütün iç ve dış tehditler karşısında konumunu korumaya çalışan Türkçe konuşan bir azınlığın hakimiyeti altında yaşayan çeşitli milliyetçiliklerin bir toplamıydı. Bu durum, İttihat ve Terakki Cemiyeti cuntası yönetimini altındaki imparatorluk için özellikle geçerlidir.

İslam Birliği, İttihatçı yönetimin otoritesini korumasında bir güç oluşturacağına inandığı tek politika değildi. Ne İslam Birliği, ne de Osmanlıcılık herhangi bir gerçek başarı olasılığı taşımadığı için İmparatorlukta hakim Türk unsuru kendi milliyetçiliğini benimsedi. Bu milliyetçilik, Türk kültürünün -her nasılsa- İmparatorluktaki diğer unsurlarından üstün olduğu ve Türk azınlığın yönettiği bir devlette Türkçülüğün maddi ve manevi birliğinin hakim olması gerektiği anlayışına dayanıyordu. İttihat ve Terakki Cemiyeti'nin pragmatik, laik liderlerinin elinde, kuramsal olarak birbirini dışlayan bu üç politika aynı zamanda değişen vurgu dereceleriyle izlendi. Müslümanları bir araya toplamak için, İslami birliğin sembolü olan Pan-İslamizm; ortak bir dış düşmana karşı İmparatorluk içindeki çeşitli unsurları birbirine bağlamak için Osmanlıcılık; Osmanlı Devleti'nin Rusya'ya karşı mücadelesinde Orta Asya Türkleri'nin desteğini sağlamak için Pan-Türkizm. Bu kavramların her biri, eylem için imkanlar yaratıyordu.

Birinci ve ikinci bölümlerde, Almanlar'ın ve İttihatçılar'ın elinde askeri-politik nitelikler kazanan bir ideoloji olan İslam Birliği adına İttihatçı yönetimin Teşkilat-ı Mahsusa aracılığıyla yürüttüğü faaliyetler üzerinde duracağım. Bu faaliyetler daha 1910 yılında İmparatorluk içindeki ve dışındaki Müslümanlar'ın desteğini kazanmak için düzenlenmişti. Birçok yazarın; Enver Paşa ile Alman oryantalistlerin zengin hayal güçlerinin bir ürünü sayıp küçümsedikleri İslam Birliği, aslında romantik bir fantezi değildir. Pek çok gözlemciye göre Alman oryantalistleri politikayı üretmiş, İttihat ve Terakki de politikayı yararlı bulmuştur. Hem Enver Paşa, hem de Almanlar sık sık İslam birliği üzerine iri sözler söylemişler, bu arada kendi amaçlarına göre hareket etmişlerdir.

Teşkilat-ı Mahsusa'nın yorumunda İslam Birliği terimi şu amaçlara yönelik bir politikayı tanımlamak için kullanılmıştır: Osmanlı İmparatorluğu düşmanlarına Müslüman ahali bulunan sömürgelerinde ayaklanmalar ve karışıklıklar çıkararak zarar vermek (bu ajitasyon İtilaf Devletleri'ni sömürgelerinde fazladan askeri kuvvetler tutmak zorunda bırakacaktı); İtilaf Devletleri'ni Osmanlı askerlerine karşı Müslüman askerlerini mevzilendirmek konusunda tereddüde düşürmek; Osmanlı ve Alman başkomutanlığının emrine göre savaşacak gönüllü kuvvetleri ve ajanları yetiştirmek; genel olarak, İtilaf Devletleri'nin denetimindeki Müslüman bölgelerinde bir kargaşa ortamı yaratmak.

1910-1913 döneminde, öncelikle Hindistan ve Mısır'a yöneltilen İslam Birliği ajitasyonua gittikçe daha büyük önem verildiğini gösteren belirtiler vardı. İslam Birliği adına yürütülen Alman ve Türk propaganda faaliyetlerinin önemini ortaya koymaya çalışan batılı diplomat raporlarının sayısındaki çarpıcı yükseliş, İngiltere, Fransa ve Rusya'nın bu ajitasyondan ciddi kaygı duyduğunu göstermektedir. Kuzey Afrika'daki kendi nitelemesiyle "isyana teşvik eden propaganda"dan rahatsızlık duyan Fransız hükümeti, 1913'te elde ettiği gizli bir belgeden bilhassa telaşa kapılmıştı. Yüksek rütbeli bir Alman subayının yazdığı sanılan bu raporda, Rusya ve Kuzey Afrika'da karışıklık çıkarmanın Almanya için askeri değer taşıdığı belirtiliyordu. Buna yönelik gerekli koşulları hazırlamak için Alman ajanlarının Kuzey Afrika'daki nüfuzlu kişilerle temasa geçmesi öneriliyordu.

"Politik ajanların savaş zamanında kışkırttığı isyanlar...haberleşme araçlarının tahribatıyla aynı anda başlamalı ve nüfuzlu politik veya dini şahsiyetler arasında bulunabilecek tek bir kişi tarafından idare edilmelidir. Mısır (milliyetçiler) okulu bu iş için bilhassa uygundur" "



Sent from my iPad using Tapatalk
c500fb2f6757dfcf34925dcb94a55759.jpg






Bir süre Türkiye'de de yaşamış müteveffa Fransız Tarihçi Andre Clot da Büyük Fatih Sultan Mehmet hakkında bir kitap yazmıştı.


Bu kitaptan bir alıntı:


"Batı Kültürüne Hayran Bir Padişah:

Manisa'da, öğrenim gördüğü yıllarda, Şehzade Mehmed bir Aydın olarak düşünsel konulara karşı derin ilgi duymuştur. Osmanlı tahtına Padişah olarak geçince aynı kültürel susuzluğu sürüyordu. Kütüphanesinde 800 cilt kitap vardı ve bunların hepsi Doğu ve Müslümanlıkla ilgili değildi: Antik Çağ üzerine yazılmış eski kitaplar, dinsel özellikte yapıtlar ve Mimari ile ilgili olanlar....

İstanbul kuşatması sırasında iki İtalyan, aralarında büyük bir olasılıkla Yakup Paşa da vardı, kendisine Antik Çağın tarihinden bölümler okuyorlardı. Geçmişin bu dönemine özellikle büyük fatihlerin yaşamına hayrandı.

"Büyük İskender" baş kahramanı ve örnek aldığı kişiydi. Kendisi de çevresindekiler de bunu saklamıyordu; Bu durum, yabancı ülkelere kadar yayıldı, Venedik senatosunda bile tartışıldı. Rodos şövalyeleri, "Makedonyalı Büyük İskender'in seferleriyle yarışmak, ona eşdeğer olmak, hatta onu geçmek" istediğini söylüyorlardı.

Büyük İskender konusunda yalnızca söylencelere dayanan bilgiler değildi edindikleri, o devirde, Doğu'da Firdevsi'nin, Mir Ali Şir'in ve daha sonraki dönemlerden Ahmedi'nin yapıtlarından öğrendiği bilgilerdi. Hemen hemen hergün, Arrien'in (Büyük İskender'in fetihlerini anlatan) Anabase adlı kitabından sayfalar dolusu okuturdu çevresindekilere.

.....
.....

Büyük İskender'le öteki büyük kumandanlardan özellikle Sezar ve Annibal ile arasında kurulan ilgi, O'nun genç yaşından bu yana, Antik dönem tarihi ile ne denli içli dışlı olduğunu gösterir. Kritobulos, Fatih'in Hellenofil niteliğini anlatır; örneğin İstanbul'un fethinin ertesinde Atina'ya ve Truva'ya yaptığı yaptığı gezilerde oralara karşı duyduğu beğeni ve hayranlık kayda değerdir. İşte o sırada, Achilleus ve Ajax'ın mezarlarına ait düşüncelerini belirtmesi İliada'yı okumuş olduğunu gösterir. Topkapı Kütüphanesindeki onaltı adet elyazması kitap, Fatih'in isteği üzerine kopya edilmiş olan, klasik Antik dönem ya da ona ait yapıtlardı: Pindare'nin Olympiques'i; Ezop'un Masalları, Oppian'ın Halieutika'sı; arasında Aquinolu Thomas'ın Somme contre Les Gentils'nin Yunanca çevirisinin de bulunduğu tarih ve sin kitapları....Yabancı ülkelerden getirttiği veya yağmalamalar sırasında ele geçmiş kitaplar çok değişik türlerdendir.

.....
.....

Fatih'in İstanbul'da kalıp zorunlu olarak dinlenmeye çekildiği sürelerde, Hıristiyan ve Müslüman din adamlarıyla yaptığı konuşma ve tartışmalar da önemli bir yer tutar.

.....
.....

Sarayda, Yunanca el yazmaları çoğaltılan bir yazımevi vardı. Gerek Padişah'ın isteği doğrultusunda gerekse bu dili kullanan büyükelçi mensuplarının eğitim ve formasyonları için el yazmaları çoğaltılırdı. "


Sent from my iPad using Tapatalk
Sayfalar: 1 2 3 4 5 6 7 8 9 10 11 12 13 14 15 16 17 18 19