Tarih üzerine Yazılar, Savlar, Sorular
#61
Güzel Anadolumuzun ismi nereden geliyor ?

Anadolumuzun çok eski zamanlardaki adı Hititlerin kullandığı 'Hatti Ülkesi' idi.

Anadolu isminin nasıl kullanılmaya başlandığı hakkında çok efsane ve uydurma vardır....bir tanesi akıllara seza olan, yaşlı kadının, seferden dönen susamış Türk askerlerine ayran vermesi ve Ana Doldur isteklerinden türetilmeye çalışılmış (bu olaydan sonra başka işleri yokmuş gibi, 'bu sesleniş iyi oldu, bari bundan sonra bu topraklara Anadolu diyelim' demiş oldukları) bir uydurmadır...ama durun haksızlık etmeyelim kendimize, tüm dünya halkları bulundukları coğrafyaya böyle isimler uydurmayı sever...onlara folklorik bir şey olarak bakıp, önemsemeyelim.

Anadolu isminin etimolojik kökeni, çok eski çağlarda boğaz deniz yolunu kullanan Antik Yunanlı denizcilerin, güneşin doğduğu bu bölgeye verdikleri , güneşin doğduğu ülke anlamına gelen Anatelien / Anatoli'ye dayanıyor.

Kültürel zenginlik böyle bir şey. Üzerinde onlarca uygarlık yaşamış Anadolu'ya 1071 Malazgirt sonrası daha büyük yoğunlukla geldiğimizde (öncesinde de az da olsa Türkler vardı bu coğrafyada) sadece orayı Türkleştirmedik, oradaki eski kültürlerin etkisi de bizi Anadolululaştırdı.

Yunanlı denizcilerden geldi ve bizim güzel coğrafyamızın sahiplendiğimiz ismi oldu Anadolu.

Anadolu deyince içimizde canlanan hissiyat bize o kadar ait ki, Anadolu isminin kökeni önemini yitiriyor. Biz onu bize ait kıldık.






Sent from my iPad using Tapatalk
Cevapla
#62
984309bd49c7cd6b0641499a0b9b8def.jpg





YENİÇERİLER

Avrupa'ya yüzlerce yıl korku salan Yeniçeri ordusu, Osmanlı Padişahlarının en prestijli kuvvetleriydi.

Kuruluşları daha eski zamanlardaki kimi örneklerle açıklanmaya çalışılırsa da, asıl başlangıç dönemi olarak (Kapıkulu Ocaklarının başlangıcı) Edirne'nin 1363 yılında Padişah I. Murad tarafından fethi sonrası açığa çıkan ihtiyaçlarla şekillenir.

Osmanlının ilk dönemlerindeki yaya, tımarlı sipahi, akıncılar artık artan ihtiyacı karşılayamaz durumdadırlar, merkezde tutulacak bir sürekli ordu gerektiği düşünülür. I. Murad'ın vezirleri Hristiyan esirlerden böyle bir ordu kurulması düşüncesiyle gelirler.

Rumeli'de bulunan Akıncı beylerine Padişah'ın 'ele geçirdikleri savaş esirlerinin bir bölümünün devlet adına kaydedilmesi' emri gönderilir. Yeniçerilerin de içinden geldiği Kapıkulu Ocakları böyle başladı...bu esirler önce bir eğitimden geçerek bu ocağa kabul olunuyorlardı. Yıldırım Bayezid dönemi, Yeniçeri ordusunun gerçek ortaya çıkışı olarak kabul edilir.

Osmanlı Tarihini bize sevdiren (bizim Göztepe'li) Reşad Ekrem Koçu şöyle yazar:

"Yeniçeri yaya askerdi. Asırlar boyunca İstanbul’dan kalktılar, batıda Belgrad’a, Budin’e, Viyana’ya; doğuda Bağdat'a, Tebriz’e, Karabağ’a; şimalde Bender'e, Hotin’e, Rusya stepleri ile Polonya ovalarına; cenupta Halep'e, Şam’a, Kahire’ye, kum çöllerine, ordu- da herkes atlıyken yalnız onlar yaya gittiler, şahadet şerbetini içmeyenleri yaya döndüler. Bu seferler beş ay, sekiz ay, bir buçuk yıl, üç yıl sürmüştü.

“Olup yeniçeri çektim cefayı Piyade eyledim nice gazayı ”

diyen Koca Mimar Sinan Ağa bir yeniçeriydi, elli yaşından sonra Kanunî Sultan Süleyman’ın başmimarı oldu ve o haşmetli devri yeryüzünde Türk yapı sanatının şaheserleriyle tespit etti.

Yine o Yeniçeri Ocağı’ndan bir cihan imparatorluğu olan OsmanlI Devleti’nin en yüksek siyasî mevkilerine, sadrazamlığa kadar yükselenler oldu. "



Yeniçeriler için Devşirme sistemini değerli Tarihçi Erhan Afyoncu güzel özetler:

"Osmanlı askeri harekatlarının büyüyerek devam etmesi ve merkezin güçlendirilmek istenmesi sebebiyle, Yeniçeriliğe alınan esirler, ocağın ihtiyacını karşılamamaya başladı. Bunun üzerine Hristiyan çocukların devşirilmesi yoluna gidildi....bir sisteme kavuşması II. Murad döneminde oldu.



Bu sistem şu şekilde işliyordu; Kapıkulu ocaklarının ihtiyacı belirlenip, divan-ı hümayuna bildirilirdi. Buradan çıkacak karara göre belirli bölgelerdeki Hristiyan ailelerin sekiz ile yirmi yaş arasındaki gençlerinden kanuna uygun olanlar devşirilirdi. Devşirme kanununa göre Hristiyan çocuklarının asilleri, papaz oğulları ve her ailenin çocuklarından sadece en sağlıklı olan biri alınır, tek çocuğu olanlardan alınmazdı. Annesi ve babasız olanlar, aç gözlü olanlar, çoban çocukları, doğuştan sünnetliler ile kel ve köseler toplanmazdı. Evlenmiş ve bir sanat sahibi olanlar ile aşırı kısa veya uzunlar da devşirilmezdi.

Uzun boylulardan fiziği düzgün olanlar, sadece saray için toplanırdı. Devşirme için genellikle Arnavut, Sırp, Bulgar, Hırvat, Rum ve Boşnak çocukları tercih edilmiş, Türk, Acem, Rus, Yahudi, Kürt, Gürcü ve Çingene çocukları alınmamıştır. Bu sistem 1750'lerde yürürlükten kaldırılmıştır."



Bu arada bir ara bilgi olarak söyleyeyim: Osmanlının en büyük devlet adamlarından, nice yararlı işler yapmış, devlet teşkilatı için önemli düzenlemeler getirmiş Sokollu Mehmet Paşa çocukken bu şekilde devşirilmiş bir Sırp idi. Tarihimizin en uzun boylu Sadrazamıdır. 2,10 m. olarak geçer eski kayıtlarda boyu.



Yeniçeri ocağı 196 Orta'dan (Tabur) oluşuyordu. Padişah bu ortalardan birinin 1 numaralı askeri olarak kaydedilir, Padişah olduğu belirtilmez, sadece kendi ve baba adıyla geçerdi kayıtlara.



Yüzyıllar boyu çok disiplinli bir ordu olarak düşmanlarını titreten Yeniçeriler, zamanla ocak idaresindeki disiplinsizliklerin etkisiyle iyice bozuldular. İstanbul'da Padişahlarına karşı nice isyan çıkardıkları gibi, İstanbul'u haraca kesen eşkiya teşkilatına dönüştü bir bölümü. Artık savaşlarda da etkin bir güç değillerdi.

Padişah Genç Osman'ın o zamana kadar hanedana karşı görülmedik bir saygısızlık eşliğinde katledilmesinin, ondan sonraki tüm Hanedan üyelerinde büyük bir psikolojik travma yarattığını söyler tarihçiler.



Bu bir zamanların muhteşem prestijli gücü, talimli ordu fikrine karşı çıkıp, son nasihatlari de dinlemeyince, Padişah'ın has askerleri 1826 yılında halk arasında 'Vaka-ı Hayriye' (Hayırlı Olay) olarak adlandırılan bir operasyonla yok edildi.

Padişah II. Mahmud isyan eden Yeniçerilerin katli için din adamlarından fetva aldı ve Peygamber'in Sancak-ı Şerifini muhafaza edildiği yerden çıkarttırıp Sultanahmed Meydanında halkın o sancak altında kendisine destek olmak için toplanmasını istedi. Saraydan halka da silah dağıtıldı, halka moral konuşmaları yapıldı. Sadece ilk bir kaç saatte 10,000 üzeri Yeniçeri öldürüldüğünü yazıyor kayıtlar.

Kesin ölü sayısı bilinmiyor ama şehirden kaçmaya çalışanlardan ölümden kurtulanların bir kısmı da çok uzaklara sürgün edildi.

Büyük kıyım olduğunu söyler tarihçiler. Toplanma yerleri yüzlerce kahvehane yıkılmış, onların anısını anımsatacak her şey yok edilmiştir. Mezarları bile parçalanmıştır. Kışlaları yıkılmıştır.



Peki Yeniçerilerin Osmanlı İmparatorluğuna (kazandıkları nice savaş dışında) katkısı ne olmuştu ? Bunu da yine Erhan Afyoncu'dan okuyalım:

"Yeniçerilerin, Osmanlı İmparatorluğu'na en büyük katkısı, Türk aristokrasisinin gücünün kırılıp merkezi idarenin kurulmasına vesile teşkil etmiş olmalarıdır. Daha önceki Türk devletlerinde, bu çapta merkezi bir askeri teşkilat kurulamadığı için aşiretler ve nüfuz sahibi olmuş komutanlar taht kavgalarına ve devletlerin bölünüp yok olmasına sebeb oluyorlardı.

Merkezin güçlendirilememesinden dolayı Osmanlılardan önceki bir çok Türk devleti devamlı olamayıp, kısa sürede parçalanmıştı."



Bu yazıyı Muhteşem Reşad Ekrem Koçu'nun Yeniçeriler kitabından "Belgrad Ormanında Yeniçeri Kırımı" adlı bölümünden bir alıntıyla bitireyim:

"Kale kapıları da yeniçeri muhafızlarının elindeydi; yeniçeri bozgunu başlayınca kıyama iştirak etmiş yeniçerinin büyük bir kısmının şehir dışına kaçtıkları muhakkaktır. Gerek muharebe sonunda kaçanlar, gerekse muharebeye hiç katılmamış olanlar veya katılma fırsatını bulamayanlar, padişahın zaferlerinden ve ocaklarının kaldırılmasından sonra bir umumî af beklerken Sultan II. Mahmud bütün yeniçerileri ölüm fermanlısı yaptı, onlar da baş kaygısına düştüler, İstanbul yanındaki uçsuz bucaksız Belgrad Ormanı’na daldılar ve orada açlıktan ölmemek için şekavete başladılar.

Bu durum birkaç ay devam etmiştir. Sultan Mahmud yeni kurulan Asakiri Mansurei Muhammediye’nin ilk birlikleriyle Belgrad Ormanı’nda amansız bir tenkil hareketine girişti. Ormandaki bu yeniçeri kırımı, Vakai Hayriye’dekinden çok daha müthiş olmuştur.

Bize bu orman tenkilini anlatan itimat edilir kaynak, XIX. asrın namlı İngiliz müverrihi ve edibesi Miss Julia Pardo’nun Constantinople (İstanbul) adlı eseridir. İngiliz yazarının vaka tafsilatını Belgrad Ormanı içindeki Belgradcık köyü halkından ve İstanbul’daki İngiltere Sefareti’ne mensup kimselerden dinlediği muhakkaktır. Halkı tamamen Rum olan Belgradcık köyü zengin ecnebi turistlerin, İstanbul’daki sefarethaneler erkânı ile irtibatlı misafirlerin bir sayfiye, av yeriydi.

Miss Julia Pardo şöylece anlatıyor:

'1823 yazına kadar Belgrad Ormanı kestane, gürgen, meşe, ceviz, ıhlamur, çınar ve her cins kerestelik ağaçlarla son derecede zengindi. Maalesef bu sıralarda yeniçeri katliamında kellesini kurtarıp şehirdeki diğer ayaktaşlarıyla birlikte kaçanlar Belgrad ve Mudanya ormanlarına sığındılar, cüretkârları Anadolu'da ilerleyerek Bursa dağlarına yayıldılar. Uzak görüşten mahrum olanları da Karadeniz sahillerindeki sık ormanlarda saklandılar. Bir müddet meyve ve ot yiyerek geçindiler. Fakat bir af çıkmayınca, istikbalden ümit kesilince sekizer onar kişilik çeteler halinde yolculara saldırarak mallarını aldılar, kanlarını akıttılar. Nihayet bütün yollar salimen geçilemez oldu. Hükümet onları tedip etmek için mü- teaddit teşebbüslere girişti, fakat eşkıyanın sayısı yüzlere çıkınca üzerlerine gönderilen kuvvetlere meydan okudular. Bir müsademede yakalanan yeniçeri, ayaktaşlarına gözdağı olmak için muhakeme edilmeden boğuldu, cesedi yol kenarında bir ağaca asıldı, dağılmalarına müessir olmadı. Bu hallere çok kızan ve uğraşmadan bezen padişah yeniçerilerin sığındıkları bütün ormanların yakılmasını emretti.

Başta İstanbul’a en yakın Belgrad Ormanı, muhtelif istikametlerden tutuşturuldu. Civardaki tepeleri askerle doldurarak ateşten kaçanları aman vermeyip vurdular.

Asırlardan beri heybetle duran, etrafındaki tepelere meydan okuyan, esrarengiz derinliklerine güneş ışığını sokmayan, balta girmemiş köşelerinde binlerce mahluk saklayan muazzam orman derhal ateş çemberiyle kuşatıldı. Karadeniz’den esen rüzgâr ateşi o kadar büyüttü ki, Boğaz'ın methalindeki kayaları döven deniz pembe bir renge bürünürken ve Bahçeköy Sukemeri beyazlığını kaybedip kızıl bakırı andırırken iri ağaç gövdeleri dehşetli gürültülerle yere devrildiler.

Tahribat mükemmel cereyan etti. Alevler birçok mil murabbaı yer kapladı. Bu esnada mütemadiyen tüfek seslerine insan feryatları karışıyordu. Belgrad Ormanı’na iltica eden yeniçerilerin hiçbirisinin kaçmış olmasına inanılmaz. Çoğu Sultan Mahmud’un askerlerinin kurşunlarıyla öldü. Sefil ve aç da olsa hâlâ mağrur bir miktar yeniçeri de derinliklerine sığındıkları ve içinde bir müddet gizlendikleri ormanda yandılar, helak oldular.'





Sent from my iPad using Tapatalk
Cevapla
#63
@SumNauta komşum verdiğiniz değerli bilgiler ve foruma katkılarınızdan dolayı çok teşekkürler, elinize sağlık.
Cevapla
#64
Teşekkür ederim @Zeman Sağolun.


Sent from my iPad using Tapatalk
Cevapla
#65
f6714ef9aa3c9a525ebae76eb0bbd810.jpg



Maganda Viking Askeri


İstanbul'umuzun en güzel binalarından biri de 1500 yıllık muhteşem Aya Sofya (Kutsal Bilgelikler) kilisesi.

Bu bina yapıldıktan ancak 1000 yıl sonra Avrupa büyük katedraller yapabildi....o zamana kadar dini yapı olarak dünyada en efsane binaydı.

Mimarlığa ve estetiğine meraklı birisi olarak merakımın peşinden gidip çok bina gördüm ama bence dünyada en etkileyici 2 bina, çok küçükken görüp azametine hayran kaldığım Aya Sofya ve bizim en büyük Mimarımız Mimar Sinan'ın 'benim ustalık eserimdir' dediği Edirne'deki Selimiye Camii'dir (görmeye her gittiğimde beni yeniden şaşırtır ve kendine hayran bıraktırır muhteşem Selimiye Camii.)


Ayasofya, fetih günü şehirdeki binalara asla zarar verilmemesi emrini veren büyük Fatih Sultan Mehmed tarafından camiye çevrildikten sonra içinde yapılan düzenleme ile Padişah'ın özel namaz bölgesi Hünkar Mahfili oluşturulur...bildiğiniz gibi Ayasofya, Protokolde 1. Camii olarak Padişahların kimi namazlarını kıldığı camiydi çok uzun yıllar....

İşte bu kısmın olduğu 2. katın mermer korkuluklarının birinin üzerinde bundan 900 yıl önce yazılmış bir yazı vardır.

Burada şöyle yazar: "Havldan Buradaydı"

Yazının yılı, ve dili çözülmüştür. Bu Viking dilinde yazılmış 900 yıllık bir yazıdır.

Havldan'ın bir Viking komutanı olduğu ve uzun ayin sırasında (Hristiyan değildi, bir Pagan'dı) canı sıkılınca bıçağıyla mermere bu yazıyı kazıdığı düşünülüyor.

Vikingler bir çok yeri işgal eden müthiş savaşçı bir halkdı ama o zamanın Doğu Roma İmparatorluğunun başkenti İstanbul'a (Roma ordusu ve savaş gücüyle baş edemedikleri için) sadece ziyarete, ticarete ve Paralı Asker olarak Roma Ordusunda savaşmaya geliyorlardı.

Geldikleri Kuzey ormanlarından sonra gördükleri (zamanının en büyük şehri) İstanbul onlara o kadar güzel ve büyük gelmişti ki, oraya Büyük Şehir anlamında kendi dillerinde Miklagard adını vermişlerdi.

Paralı Asker olarak iş bulanlar ise Roma İmparatorluğu ordusunda Varangian adı verilen Viking Birlikleri oluşturdular. Çok iyi savaşçıydılar. O kadar yararlı ve güvenilir oldular ki, Bizans İmparatorunun özel korumaları onlardan seçilmeye başlandı bir süre sonra.

Su uçar Yazı kalır...Havldan unutturmadı kendini



Sent from my iPad using Tapatalk
Cevapla
#66
ea7bd0992a941c3fa6eee7a8108d434c.jpg
















Eyyy II. Ramses...Yedirmeyiz sana Anadolu çocuklarını


Geçenlerde Anadolu'muzun bağrından yayılıp bir süper güç olmuş Hititlere dair yazmıştım (Filistin'i de ele geçirmişlerdi). Orada Kadeş Savaşının eski yorumlarında sadece Mısır'daki eski yazıtlardan beslenen tarihçilerin Kadeş'i II. Ramses'in zaferi olarak yorumladığını ama bunun yanlışlığının yaklaşık 80 yıl önce anlaşıldığı (herşeyden önce Kadeş ve tüm Suriye'yi Hititlere bırakmıştı II. Ramses) çok sonraları bulunan Hitit yazıtlarının çözülmesi ve coğrafi eğemenliğin izlerinin bilinirliği ile bu savaşın asıl galibinin Hititler olduğu anlaşılmıştı.

Geçenlerde bir seyahat sırasında bitirdiğim kitaplardan biri "History's Greatest Lies" (Tarihteki Büyük Yalanlar) idi... yazar kitabın bir bölümünü de bu konuya ayırmıştı ve evet II. Ramses için yalancı diyordu.

O bölümden çok özet bir (hızlı ve serbest) çeviriyi Güzel İstanbul havasında bir Çay keyfi sırasında paylaşmak istedim:



"Bölüm 2:

II. Ramses: Uydurukçuluğun Orijinal Ustası

Bir Tanrı olduğunuz zaman söylediğiniz yalanların yanınıza kar kalması çok daha kolay bir şey...ve II. Ramses de (ve diğer Firavunlar) aynen de öyleydi işte...Mısır halkı için o bir Tanrı idi...Horus'un vücut bulmuş hali olarak başlarındaydı.

Onun, Firavunlar arasında en uzun olan 67 yıllık saltanat dönemi dikkate değerdir ama çok başlarda bitebilirdi de bu dönem.

Saltanatının 5. yılında, zamanında babası tarafından alınmış ama yine Hititlere kaybedilmiş Suriye'deki Kadeş şehrini geri almak için Hititlere karşı savaş açtı.


(Uyarı: bundan sonraki "tırnak arası yazı" dikkatli okunmalı...olanı anlatmıyor çünkü)


"Düşman tarafından aldatılıp ardından baskına uğradığı ve hatta kendi adamları tarafından bile terkedildiği halde düşmana hücum edip, neredeyse tek başına onları yendi. Bu muhteşem bir zaferdi ve II. Ramses saltanatının devamında bu zaferi askeri kariyerinin zirvesi saydı. Bu muhteşem zaferin hiyerogliflere yazılmasını ve imparatorluğunun her yerindeki tapınakların duvarlarına resimlerinin yapılmasını emretti."

(Burada yazar müdahelede bulunuyor)

Bir de doğru olsaydı bu yazılanlar.

Gerçek ise şuydu: II. Ramses'in muhteşem zafer dediği şey, en iyi anlamda yorumlarsak bile, itibarını korumak için yaptığı bir çekilmeydi.

Kadeş'i geri alamamış, yönetimindeki bölgeleri kaybetmiş, ordusunun çoğu yok olmuş ve hatta kendi canını da zor kurtarmıştı. Ordusuyla Suriye'den Mısır'a geri çekildi.

Ülkesine vardığında bir kahramandı...başka nasıl karşılanabilirdi ki, o bir Firavun'du ve Firavunlar Tanrı idi."







Sent from my iPad using Tapatalk
Cevapla
#67
d37ec86ffe69f7cfa837ce8a9a621283.jpg



The Unknown Turks (Bilinmeyen Türkler)

Kurtuluş Savaşı sırasında Millicilerin merkezi olarak bilinen Ankara'ya gelip direnişin lideri Mustafa Kemal ve diğer önemli isimlerle görüşen çok genç Amerikalı gazeteci Clarence Streit o sıralar orada bulunan tek yabancı gazeteci olarak sadece röportajlar yapmamış, Anadolu köylerinde kalmış, halkla konuşmuş ve bir çok fotoğraf çekmiş.

Bir savaşı sürdürürken dışarıya seslerini duyuramayan Mustafa Kemal ve çevresindekileri dinlemiş, halkın bakışına dair notlar almış.

Amerika'ya döndüğünde bu deneyimini bir kitap haline dönüştürmek istediyse de kimseye bastıramamış kitabını.

Bahçeşehir Üniversitesinin Amerikalı Tarih Profesörü Heat Lowry onunla Washington'da yıllar önce tanıştığında, hiç bir yerde önceden yayınlanmamış bir çok fotoğraf da içeren bu röportaj ve gözlemleri inceleme fırsatı bulmuş.

Aradan onca yıl geçtikten sonra bu fotoğrafları ve yazıları Türk insanıyla buluşturacak bir adım atan Bahçeşehir Üniversitesi güzel bir iş yapıp bu kitabı İngilizce ve Türkçe bastırmış.

Bana ilk yapılan İngilizce basımdan olan kitap hediye edilmişti bir süre önce. Bugün farklı bir konuyla ilgili tekrar kitaplığımdan çekip baktığım bu kitap hakkında kısa bir paylaşım yapmak istedim (ilgilenebilecek) forum üyeleriyle.


Kitapdan kısa kısa yazarın kimi gözlemleri ve fotoğrafları aşağıda:

1) Doruk Han'da bir deve sürücüsüne bu yollarda seyahat güvenli mi diye ? sordum...şöyle cevapladı: 'Bir kaç ay önce bu yollardan geçemezdiniz ama şimdi Mustafa Kemal Paşa sayesinde eşkiyalardan yana bir tehlike kalmadı, Allah ona uzun ömür versin'

2) Buradaki Türkler (Amerikada yaygın olan) Ağaç Dikme Günü geleneğini başlatmaya da vakit bulmuş...Mustafa Kemal Paşa'nın himayesinde 'Ağaç Derneği' kurulmuş, amaç insanlara, özellikle okul çocuklarına ağaç sevgisi aşılamak.

3) Yazar bir gün bir lokantada otururken içeriye havalı bir edayla giren 12-13 yaşlarında silahlı, küçük asker görünümlü çocuklardan etkilenir. Onların hikayesini öğrenir. Hepsi öksüz ve kaçıp çetecilere katılmış, Yunanlılara karşı savaşırken yaralanmış, süngülenmiş, başarılar göstermiş, büyük adam görünümlü çocuklar bunlar.

Çeteler kaldırıldığında bu 3 çocuğu Mustafa Kemal kendi himayesine almış ve onun koruma ekibinin parçası olmuşlar.

Çocuklardan birisi, Amerikalı gazeteciye 'Amerika bizden yana mı, Yunana karşı mı ?' diye sorar.

Bir tanesi, 3 silahı olduğunu, bir tanesini Paşa'ya (Mustafa Kemal) hediye ettiğini, onunla Paşa'nın kendini iyi koruyacağını söyler.

Biri de Amerikalı gazetecinin yeni gördüğü otomatik tabancasını hızlıca söküp, takar, etkilenir gazeteci.



Aşağıda Mustafa Kemal'in himayesindeki 3 çocuk askerin Amerikalı gazeteci tarafından çekilmiş fotoğrafları var:



Osman Çavuş

783a4869406b2d386cc48b668e708b41.jpg

Asker Tevfik

a09739046ff094737e729a6217c0ddf8.jpg


Asker Cemal

4283cc74e9230e339b7518d0d238fcf3.jpg

c8e3aeefc7f9ad9d2f6b819bfabc830b.jpg


4) Meşhur Sultanahmet Mitinginde yüzbinlerce İstanbulluya işgal karşıtı muhteşem bir konuşma yapan kadın olan Halide Edip Adıvar, sonradan Anadolu'ya geçip Mustafa Kemal'in yanına gelmişti. Yunan mezalimini gözleyip, durum hakkında yazılar yazmıştı...Halide Onbaşı olarak dahil oldu savaşa...bu Amerikalı gazeteci Halide Onbaşı'yı atıyla birlikte fotoğraflamış Ankara'da:

e5f1a7f70390e97d6adc1096e38ee86d.jpg


5) Mustafa Kemal'den çok etkilenir bu gazeteci. Onun için 'Tarih, Mustafa Kemal Paşa'yı yeni Türk devletinin kurucusu olarak tanıyacak' diye not alır....'Böyle insanlara çok az rastlanır. Kendine güvenli, idealist, kültürlü, doğuştan lider.. Uğruna can verilebilecek bir lider… Onunla konuştum ve halkının ona neden güvendiğini anladım' der sonradan.

Mustafa Kemal'le savaşı planladığı odasında konuşur, onu fotoğraflar. Aşağıda 2. Fotoğrafda görülen Mustafa Kemal için 'sürekli tesbihiyle oynuyordu' der.

cf01ab3ad035fd28863ab3ea8d53dd78.jpg


fbe6ffb9b9d9359ff8d28ecb5dde0062.jpg



Sent from my iPad using Tapatalk
Cevapla
#68
Sum Nuata tesekkurler. Okurken o çocuk askerleri gorunce tuylerim diken diken oldu.
Cevapla
#69
@dikdik_s Sağolun...
ben de aynı duyguları yaşadım resimlere bakarken.

Çocukluklarını yaşamadan erkenden büyütmüş savaş ve işgal şartları onları.
Hepsi öksüz, bir tanesinin annesini Balkan Harbi sırasında Bulgarlar öldürmüş, babası da 1914'te I. Dünya Savaşında cephede ölmüş, çocuk da Balkanlardan Anadolu'ya kaçıp çetelere katılmış o yaşında. Hepsi Yunanlılara karşı savaşmışlar, yaralanmışlar, birisi için de Yunanlılar ödül koymuş öldürülmesi için, sonra da hepsini himayesine almış Mustafa Kemal.




Sent from my iPad using Tapatalk
Cevapla
#70
Bu haftasonu tekrar okumaya başladığım kitaplardan biri de Askeri Tarih konusunda yazdığı kitapları beğendiğim Mehmet Tanju Akad'ın "Bir Savaş Nasıl Kaybedilir ?" kitabı.



13ba72200141e52e64787aa1afa2fd19.jpg





Askeri tarihe meraklıyım. Strateji ve uygulanması (execution) konusu hep ilgi alanımda. Bu ikisi doğası gereği yapılan hataların felaketlerle sonuçlandığı önemde Savaşlarda.
Askeri tarihte yüzlerce örnek var bu ikisinin kurulamadığı durumda nasıl felaketler yaşandığına dair.



I. Dünya Savaşında Osmanlı Ordusunun trajik Sarıkamış harekatı hakkında yazdıklarını (ilgilenebilecek) forum üyeleri için burada paylaşmak istedim:


"Türk ordusunun I. Dünya Savaşındaki hareketlerinin analizini yapan Gen. Mahmut Boğuşlu, Sarıkamış planının kağıt üzerinde mükemmel göründüğünü, fakat bölgenin arazi ve iklim koşullarına uymadığını, ayrıca 3. Ordunun silah, teçhizat ve eğitim düzeyinin bu planın gerçekleşmesine elverecek düzeyde olmadığını ifade eder. Kendi ifadesiyle: 'Türk ve Rus komutanları arasında zor şartlar altında doğru durum muhakemesi yapmak, doğru karar vermek, paniğe kapılmamak, cephede dövüşen askerin moralini sağlam tutabilmek, sakin olabilmek gibi konularda da farklılıklar vardı.'

22 Aralık'ta 3120 metre yükseklikteki Allahuekber Dağı üzerinden bir kuşatma için ileri atılan 9. Kolordunun iki tümeni, 25/26 Aralık gecesi sadece iki Rus taburunun bulunduğu Sarıkamış'a ulaşmıştı.
Ne var ki bu kolorduya bağlı 17 ve 29. Tümenler dağda dondurucu soğukta geçen dört günden sonra mevcutlarının yüzde 90'ını yitirerek sadece birer tabur düzeyine inmiş bulunuyorlardı. Yine kış kıyamette eksik teçhizatla kar fırtınasında yola sürülen 10. Kolordunun 30 ve 31. tümenleri de aynı şekilde donup mahvolmuştu. Bu tümenler yolda donarken, Ruslar Sarıkamış'ı hızla takviye ederek Türk birliklerini çevirdiler. Bu birliklerin savaş gücü zaten son derece azalmıştı, nasılsa hayatta kalabilmiş bir avuç askerin son bir gayretten sonra teslim olmaktan başka çaresi yoktu.

Sarıkamış kayıpları için verilen rakamlar arasında büyük farklar vardır. En az verilen rakam 23.000 ölü, 20.000 ağır yaralı (sakat kalacak şekilde) ve 7.000 kayıptır (Erickson). En büyük rakamı veren Alptekin Müderrisoğlu ise 22 Aralık 1914 günü bu cephede bulunan 118.174 askerden 109.274'ünün 15 Ocak tarihine kadar kayıp hanesine geçtiğini ileri sürer. Gerçek rakam ikisinin arasındadır. Bu fark bir kısım yaralı askerin hastanelerde ölmesinden, hemen taburcu olan hafif yaralıların bazı hesaplarda sayılmamasından, bazılarının operasyonun son safhasında patlayan tifüs salgınına kurban gitmesinden, esir düşenler ve kayıplar hakkında yeterli bilgi edinilememesinden, bazen takviye personelin eski mevcuda eklenmeden sayım yapılmasından ve daha birçok faktörden kaynaklanıyor olabilir.

Sarıkamış muharebesi konusunda önemli kaynaklardan biri de General Fahri Belen'in 1914 yılı hareketlerini inceleyen çalışmasıdır. Belen, Ruslar bu cepheyi takviye etmeden harekete geçilmesini uygun bulur, ama harekatın daha erken bir tarihte yapılması gerektiğini ifade eder. Rus kuvvetleri birbirlerini desteklemeyecek şekilde dağınık durumdayken taarruz edilmemesi ona göre hata olurdu. Ne var ki hatayı taarruzda değil, taarruzun yapılış şeklinde bulmaktadır. Mevsim ve ordunun manevra kabiliyeti gözönüne alınarak, kuşatma manevrasının daha dar cephede yapılması gereği üzerinde duran Belen, hatanın büyüğünü Hafız Hakkı'ya yükler. Şayet cephe dar tutulsaydı 10. Kolordu iki gecede kar deryası içinde mahva sürüklenmezdi ve 9. Kolordu komutanı da daha aktif hareket etseydi Sarıkamış'ın kuzeyindeki karlı dağlarda saplanıp kalmazdı, der. Ve nihayet iki kolordudan arta kalan 10.000 asker arasında irtibat olmamasını ve askerlerin parça parça harekete sokulmasını da son hata olarak belirtir. Burada bizim ekleyeceğimiz şey, tıpkı daha sonra görülebileceği gibi bu dönemde -aslında diğer ordularda da var olan- büyük birlik saplantısıdır. Özellikle kaynakları az olan Osmanlı Genelkurmayı bu operasyonu iki kolorduyu dağdan aşırmaya çalışmak yerine takviyeli iki tugayla yapsaydı, Rus kuvvetlerini gene baskına uğratır ve ordusunu da korumuş ve kurtarmış olurdu. Aslında bu dönemde niteliğin nicelikten daha önemli olduğunu görerek, küçük ve güçlü görev grupları oluşturmaya başlamışlardı; ama Sarıkamış'ta niçin bunu akıl edemediklerini veya ettilerse niçin uygulamadıklarını bugün masamızda oturup çözmemiz zaten mümkün değildir. Ancak o dönemde insanların -aldıkları eğitim ve çağın anlayışına uygun bir çerçevede- esnek düşünmeye yatkınlıklarının daha az olduğu düşünülebilir.

Bu korkunç operasyonun yapılmasına karşı çıkan 3. Kolordu Komutanı Hasan İzzed Paşa, savaşın sonucu hakkında karamsar olduğu gerekçesiyle emekliye sevkedilmiş, yerine Enver komutayı bizzat üstlenmiş, kurmay başkanlığına da von Schellendorf'u getirmişti. 9. Kolordu Komutanı Ahmed Fevzi Paşa da harekat sonrası emekli edildi. Enver bu olaylar sırasında cepheyi terkedip İstanbul'a dönerken, 3. Ordu komutanlığına getirilen Hafız Hakkı tifüsten öldü. Bu arada ihtilalcilerimiz Enver ve Hafız Hakkı'nın saraya damat olduklarını kaydedelim. Bu olayları yaşamış ve Sarıkamış'ta esir düşmüş olan Kurmay Yarbay Köprülü Şerif Bey, Enver'in dar görüşlü bir inatçı, Hafız Hakkı'nın ise geniş düşünceli ama ilgisiz olduğunu; her ikisinin de birikimsiz ve kompleksli olduklarını ifade eder. Ona göre (en azından subjektif olarak) "hain" değil ama "cahil"diler. Ordularını ve evlatlarını onlara teslim etmek durumunda kalan bir ulus için nasıl bir teselli bulunabilir ! "


Sent from my iPad using Tapatalk
Cevapla


Konu ile Alakalı Benzer Konular
Konular Yazar Yorumlar Okunma Son Yorum
  Tarih ve Ornekleri. 3RD1 28 16,127 30/05/2020, Saat: 05:36
Son Yorum: MetsGo

Hızlı Menü:


Konuyu Okuyanlar: