Ağaçlar, Bitkiler, Tarım
#81
"The Passionate Olive" adlı kitaptan:

"Romalılar, gitgide daha da büyüyen İmparatorluklarının her yanına Zeytin ağaçları dikiyorlardı. Günümüzdeki modern baskı sistemlerinin bir öncülünü icat ederek, zeytinyağı üretim tekniklerini iyice geliştirmişlerdi.

Fethedilen yerlerdeki halklardan (coğrafi konumuna göre) İmparatorluğa ödenmesi gereken Vergiyi zeytinyağı olarak tahsil ediyorlardı. Bunun nedeni, zeytinyağı tüketiminin çok olduğu Roma'ya, İtalya'da üretilen zeytinyağının yetmemesiydi."



Sent from my iPad using Tapatalk
Cevapla
#82
77205b256ac06e7a893dad3430edbcc6.jpg



Çocukluktan beri tiryakisi olduğum (Siyah) Çay ile bir kaç satır yazmak istedim.

Bu güzel Çay, Camelia Simensis adlı bir bitkinin yapraklarından elde ediliyor.

4'e ayrılıyor bu bitkiden elde edilen Çay'lar:

1) Siyah
2) Yeşil
3) Beyaz
4) Oolong

Yeşil Çay fermente bir ürün olmadığı için en faydalı Çay'dır. Ben Çin'de (yemeklere de eşlik eder) çok Yeşil Çay içtiysem de, diğer tüm çay çeşitlerinden de denediysem de, Siyah Çay tiryakisiyim. Siyah Çay içmeden çay içtiğimi anlamam.

Türkiye'de yetiştirildiği coğrafyanın özelliklerinden dolayı, çay tarımında kimyasal zirai ilaçları, pestisid kullanılmaz. Sağlıklı Yeşil ve Siyah Çay için uygundur bizim coğrafya.

Siyah Çay: Yaprağın tomurcuk ve taze sap kısımlarının işlenmesiyle elde edilir. İlk sürgün zamanı toplananın lezzeti bir ayrıdır.

Yeşil Çay: Siyah çayda yapılan oksidasyon işlemi yaprağa uygulanmadığı için antioksidan miktarı en fazla olan, en yararlı çay'dır.

Beyaz Çay: Yapraklar açmadan, tomurcukken toplanır. Sabah çiyinde toplanmasına özen gösterilir. Sadece soldurma ve kurutma yapılır.

Oolong: Siyah çayın fermentesi yarıda durdurulursa bu çay elde edilir.


Çin, Hindistan ve Sri Lanka'da da güzel çay tarımı yapılır.

Bitirirken ekleyeyim: Viyana'da bir Tea House'un duvarlarında yazılı gördüğüm şu söz çok hoşuma gitmişti: "Drinking Tea is to forget the noise of the world".

İşte bana aynen öyle olur demli çayımı içerken




Sent from my iPad using Tapatalk
Cevapla
#83
5e1945888fca7a78899c6521167357c0.jpg







Güzel Türkçemizin değerli şairlerimizden İlhan Berk'in otlara ve bitkilere olan sevgisinden dolayı (yaşlılığında yerleştiği Ege kıyısında) 'Şifalı Otlar Kitabı' adlı farklı bir kitap yazdığını bilir misiniz.

Ben arada bir bu keyifli kitaptan kimi bölümleri okurum. Bu sabah çok erken kahve keyfi sırasında okuduğum kimi sayfalardan iki maddeyi paylaşayım istedim:





" Tecimle karadan Hindistan'a giden Halil Kurabiye'cinin not defterinden alınmıştır:

Bir gün Lokman yakınlarından birinin kızının sayrı (hasta) olduğunu öğrenir. Otlardan bütün dertlerin şifasını öğrenmiş olan Lokman, bu kez kızın sayrılığına çare bulamaz. Bir zaman sonra kızın iyileştiğini öğrenince, nasıl şifa bulduğunu sorar.
- Ayvanın suyundan şifa buldu, derler.
Ayvanın kendisinden gizini sakladığına kızıp:
- Suyun kurusun ! der.
O gün bugündür Ayva susuz, kurudur."







"AYVA:

Ayva üstüne kimler yazı yazmıştır, bilmiyorum. Böyle demekle elbette eski yazarlardan söz etmek istiyorum. Yenilerin, yeni yazarların derdi başından aşkın olduğu için, Ayvaya sıra geleceğini hiç sanmıyorum. Eskiler, biliyoruz onu dilinden düşürmezdi. Dahası mevsimleri onunla yorumlamaya çalışırlardı. Ayva erken ve bol çıktı mı, kış uzun olacak derlerdi. Böylece de onu yaşamlarına sokarak Ayva için bir mitologya oluşturmuşlardır. Öte yandan ozanların (bu mitologya kurucularının) onu ağızlarına almadıklarınıysa hep biliyoruz. Yalnız ayvayı mı? Narı, elmayı, inciri de anmamışlardır. Öyle sıradan şeyler onların işi değildir. Gök, deniz, gece vb hemen şiirin elinden tutan şeylerin üstüne çullanmak varken, otlarla, meyvelerle ne diye uğraşsınlar. Dahası onlar ona bir meyve gözüyle bile bakmazlar. Düzyazı yazanlarınınsa, insan, kent, sokak, ev, oda içleri betiminden başlarını kaldıracak vakitleri mi var? Ama biz ayvaya dönelim.

Kitaplar ayvanın 2500 yıldan beri bilindiğini yazar. Bütün meyvelerin dişi olduğunu ilan eden D.H. Lawrence ayvayı nereye katar bilmem. Ağırbaşlı, sessiz, tok, başı yukarda, tam bir erkektir o. Sevgili Lokman Hekimimizin hışmına uğradığı için kuru, susuzdur; ama böyle olması onu ayva olmaktan çıkarmamıştır elbet. Sevenleri eksik değildir. Dünya nimetlerine hiçbir zaman gözlerini kapamayan Hz. Muhammed -Tanrı'nın selamı üzerine olsun- otlara değin uzanan insanlığını ayvadan da esirgememiş:
- Ayva yiyiniz ! buyurmuştur.
Böylece de ayva bir kutsallığa bürünmüştür. Müslüman bir meyve olup çıkmıştır. Öyle ya, yalnız insanlar, kentler, mahalleler, sular, kokular Müslüman olmaz ya? Ayva da olacaktır elbet. Öte yandan, zamane insanlarının ayvaya ilgi duymamalarını da biz eskiler bütün bütün anlamazlıktan gelmemeliyiz. Hani o üzümler, narlar, kavunlar, ayvalar asılı büyük sofalı, yüklüklü, yemiş odalı o eski evler ? Hem sac, pirinç mangalı bilmiyorsak, külde ayva közlemesini de bilmiyoruz demektir. Böylece ayvanın güzelim pişmiş tadından da yoksunuzdur. Ayvanın hem yalnız hoşafını, reçelini bilmek yeter mi ? Ya Osman Hayri Mürşit Efendimizin 'Ayva yüreği kuvvetlendirir, kokusu içimize ferahlık verir' demesini bir kıyıya mı atacağız? Hangi meyve o denli dayanıklı, güzel kokulu, lezzetlidir? Düşünelim biraz !

Ben sevdiğim meyveleri saymaya kalksam, ilkin yvayı sayarım; ama, narı, elmayı, inciri, dutu da unutmam. Unutmam çünkü, ayvayla -başucu kitapları gibi- onları yanıbaşımda bulundururum. Onlarla birlikte ayvanın baş köşeyi almasına gelince? Her şeyden önce benim bir Pipo adamı olmamdan gelir bu. Kışları pipolarımın yanındadır yeri. Elim birini bırakır öbürünü alır. Hem benim gibi tıknefes bir adamın yalnız soluğunu ayarlamakla, gırtlağını temizlemekle kalmaz, kışları kapandığım küçük odamın zifirinin de hakkından gelir (Siz ey Pipocular ! Yalnız bunun için bile yanınızdan eksik etmemelisiniz ayvayı !)
Her günün bir kitabı vardır. Her bir ot da 'Ben falana devayım' der. Ayva da bunları der işte !"






"DOMATES:

Domates sözcüğünü biz Meksikalı Kızılderililerden almışız. Onlar 'tomati' derlermiş, biz onu Domates'e dönüştürmüşüz. Domates de, kimi bitkiler gibi, tarihle yüklüdür; ama domatesin tarihi hem karışık, hem de oldukça tuhaftır. Amerikan kökenli olmasına karşın, uzun süre Amerikan halkınca bilğnmemiştir. Yalnız süs bitkisi olarak yetiştirilmiştir. Amerika yüz yıl öncesine değin, domatesin zehirli bir bitki olduğunu sanıyordu.
Tarım Bilgisi yazarı Rıdvan H. Taşkın, Amerikalıların ona 'sevda elması' dediğini yazar. Domatesin geniş ölçüde de ekilmesi, yetiştirilmesi, ancak 18. yüzyıla rastlıyor. Gerçi 15. yüzyılın sonlarında İtalya'da bilindiği yazılıyorsa da, bu konudaki kaynaklar birbirini tutmuyor. Kısaca, 18. yüzyıldan sonra domatesin girip çıkmadığı ülke kalmaz. Bu sevda elmasının adını da Amerika bu tarihten sonra öğrenir. Bizim mutfağımıza da yine bu tarihlerde girdiği sanılıyor. Zaten Osmanlı mutfağında 18. yüzyıldan önce domatesin adı geçmiyor. Dahası, eski yararlı otlar kitaplarında da ona rastlanmıyor. Yalnız bazı kitaplarda isilikle yanıkta suyu sürüleceği yazılıdır. Bugünkü tıpsa onu vitamin tankeri olarak görüyor biliyoruz.
Sözlükler, onu patlıcangillerden, yeli, dal dal yapraklı, yuvarlak kırmızı meyveli bir bitki olarak tanıtıyorlar. Dünyada artık onu bilmeyen, sevmeyen pek yok gibidir. Varlıklı varlıksız, büyük, küçük, demeden her sınıf insanın arasına girmiş o dost yiyeceklerdendir. Dünya mutfakları içinde büyük ünü olan Osmanlı Mutfağına girmeyişi ya da pek az girişi, elbette bir eksikliktir. Padişahlarımız onu pek seveceklerdi kuşkusuz. Yalnız padişahlar mı ? Her tür mutfağım biricik sevgilisi o değil midir ? En fukara yemekler bile onunla birden tür değiştiriverir, zengin yemeklere dönüşür.
Domatese, hiç düşünmeden, dünya dostudur diyebiliriz."

















Sent from my iPad using Tapatalk
Cevapla
#84
Yine aynı kitaptan Şair İlhan Berk'in güzel diliyle 2 madde:


"IHLAMUR:

Gözde ağaçlardandır; ama, bu yalnız onun kokusundan, aydınlık, duru güzelliğinden gelmez: Kendi kişiliğinden içtenliğinden fışkırır. O ağırbaşlı, sakin, alımlı ağaçlat soyundandır. Gövdesi pürüzsüz, yalın, düzdür. Sarmal, uzun saplı, kadife tüylü yaprakları üstten yeşil, alttan beyazımsıdır. Uçlarına doğru da sanki bir oyaya dönüşeceklermiş gibi birden incelirler. Çiçekleri (biz de oraya gelmek istiyoruz, değil mi ki konumuz onlardır) açık sarı, kat kat, top toptur. O dünya güzeli kokusunu da onlar saçmaz mı? Üzüm salkımları gibi oldukları yerde sarkıp kalmışlardır. Şifalı otçuların da gözü onlardadır. Uzanıp onları toplarlar. Sonra da güneşlere yatırıp kuruturlar. Baharatçı dükkanlarında yüzlercesi içinde kavanozlarda gördüklerimiz o sevgili çiçeklerdir işte.

Eski çağlardan beri bilindiğinden olacak, güzel kokulara düşkün Padişahlar (hangisi değildi ki), kimi kentsoylular onu saraylarının bahçelerinden eksik etmemişlerdir. Kestane, Çınar, Servi gibi İstanbul'un o görkemli ağaçlarındandır. Ağaçlara, kimi çiçekler gibi ün, san biçmek adet olsaydı (bundan hemen karanfili, gülü kastettiğimi anladınız sanırım), onu kolayca aksoylular katına oturtabilirdik elbet. Hem ıhlamurun buna yerden göğe kadar da hakkı vardır. Nedeni de güzelliğini öyle türünün öbür ağaçları gibi bağıra bağıra, insanın gözünün içine baka baka yapmaya kalkmaz, içten içe, sessizce, kendi temiz huyunun gereği olarak yapar.

Benim sıra sıra şişelerdeki şifalı otlarımdan biri de odur. Öyleyse siz de benim gibi bir tutam ıhlamur alıp bir cezvede suda birazcık kaynatın onu. Sonra da köşenize çekilip güzel kokusunu içinize çeke çeke için. Elbet beni de, bu otların büyük dostu adamı, anın ! Değil mi ki onun sizden bütün istediği budur. Bu kadarını da olsun esirgemeyin ondan."






"SOĞAN:

Bilgeler onu 'Acı Sözlüdür' diye tanıtır.

Soğan, bütün eski-yeni kitaplarda baş köşeyi tutmayı başarmıştır. Sanki tek başına Lokman Hekim'dir. İnsanlara da 'Her derdiniz benden sorulur' deyip koca dünyada olanca cakasıyla dolaşır. Her yerde bilindiği için hiç yabancılık çekmeden istediği yere girip çıkan o mutlu bitkilerdendir. Gittiği her yerde de saygı görür. Öte yandan, eskilerce bilinmesine, sevilmesine karşın, -ününü asıl- sarımsakla birlikte çağımıza borçludur. Eskiler onu nedense daha çok cinsel gücü için sevmişler: 'Etle kavurup yenirse şehveti arttırır' deyip pek yanlarına sokmamışlar. Bu belki de II. Beyazıt'ın -ki kadınlara pek düşkündü biliyoruz, denemediği kuvvet macunu kalmamış, sonunda soğan tohumundan yapılan macun, yüzünü güldürmüştü- onu salt erkek dostu bir bitki olarak görmesinden dir. Kim bilir ? Çağımızdaki ününün yaygınlığıysa -her şeyi yeniden yazmayı, denemeyi bir görev bilmiş çağımız- onda birden vitamin yükünün büyüklüğünü keşfedivermesidir. Bir de elbet günümüz insanlarının, damak tadına düşkünlüklerini öne sürmeleri olmuştur. Öyle ya, yemeklere onun kadar tat veren ne vardır ki ? Çağımızın gelmiş geçmiş en büyük dostu kuşkusuz Maurice Messegue'dir. Onun sarmısakla soğana olan aşkı biter tükenir şey değildir. Onun soğanı sokmadığı yer hemen hemen yok gibidir. Ona ağababalık verir.

Fransa Bisiklet Turu şampiyonu bir sporcunun büyük başarısını da her etapta bir baş soğan yemesine bağlar. Bu başarısını yıllarca sürdüren bu sporcunun 'Soğanda sanki dinamit var, ne zaman yesem kendimi bomba gibi hissediyorum' sözünü de sık sık anmaktan kendini alamaz. Yararları için de kitabında üç koca sayfa açar.

Soğanın yararlarını eski-yeni kitaplar şöyle sıralarlar: Kanı ve organizmayı temizler. Vücuttaki fazla suyu alır: Üreyi düşürür. Uyarıcı, mikrop öldürücüdür. Kalp ve damar hastalıklarına iyi gelir. Saçların dökülmesini önler. Suyu karın ağrılarını giderir. Yaraları iyileştirir. Güç verir.

Soğan o mutlu zambakgiller ailesindendir. Anayurdunun da Asya olduğu bilinir. Eti kat kay beyaz, güzeldir. Biçiminin güzelliği eski ressamların gözünden de kaçmamış, yaptıkları bütün ölüdoğa resimlerine onu sokmaktan geri kalmamışlardır. Böylece biz de onlar sayesinde soğanı yalnız yararı için görmekten kurtulup güzelliğini de görmüşüzdür.

Kentlilerin bunca derdine şifa olan soğanın, köylü dostu olduğunu da söylemeye gerek var mıdır ? Köylü ve fukara dostudur. "



Sent from my iPad using Tapatalk
Cevapla
#85
414e25fb282e01e1a239926a01e5ea82.jpg






Chris Harman'ın muhteşem kitabı "A people’s History of the World" den bir alıntı:



"Neolitik Devrim:


İnsanların yaşamlarında ve düşüncelerinde ilk önemli değişimler bundan sadece 10,000 yıl önce ortaya çıkmaya başladı.

İnsanlar dünyanın belli bölgelerinde ama en belirgin olarak Orta Doğu'daki "Bereketli Hilal"de geçimlerini, hayatta kalmalarını yeni bir yolla sağlamaya başladılar. Doğanın kendilerine yiyebilecekleri sebzeleri sağlamasına güvenmek yerine onların dikimini yapıp, tarımını yapmaya başladılar. Kimi hayvanları avlamak yerine onları evcilleştirmek de hayatlarına girdi. Bunlar yaşam biçimlerini tamamen değiştirecek yeniliklerdi.

Bu değişim onlara atalarından daha kolay bir yaşamın yolunu açmamıştı ama iklim değişiklikleri bazılarına çok az bir seçenek sunuyordu.

Öncesindeki 2000-3000 yıl boyunca, kendilerine yiyecek olarak bol yabani bitki ve avlanacak hayvan sunan bir ortamda yaşamaya alışmışlardı (Örneğin, Türkiye'nin güney doğusunda). Bir aile grubu çok da fazla emek harcamadan, 3 hafta içinde kendilerini 1 sene canlı tutacak hububat/tahıl/bitki tarzı şeyleri yabani doğadan toplayabiliyordu. Diğer insanlar gibi sürekli hareket halinde olmak zorunda değillerdi. Bir yıldan diğerine aynı yerlerde yaşayabiliyorlardı, düzensiz kamp yerlerini köy yerleşimine döndürüyor ve artık düzineyle değil, yüzlerle ifade ediliyordu oralarda yaşayanların sayıları. Yiyeceklerini taş ya da pişmiş topraktan yaptıkları kaplarda saklıyor, sofistike aletler yapıyorlardı taşlardan. Antik Roma'nın kuruluşundan günümüze kadar olan çok uzun zaman periyodunda yiyecek arayan toplumların küçük iş yüklerini, köy yaşamının avantajlarıyla bir araya getirmeyi başarmışlardı.

Ama o zamanlar global iklimde oluşan değişiklikler insan topluluklarının yaşamlarını bu şekilde sürdürmelerini de engelledi. Bereketli Hilal'de havanın kuruyup soğumasıyla değişen koşullar sonucu doğanın sunduğu tahıl/sebze miktarı azaldı, aynı azalma avlanabilecek geyik ve antilop nüfusunda da yaşandı. Avlayıcı-Toplayıcı köy grupları bir krizle yüzleştiler. Bu insan toplulukları artık alıştıkları biçimde yaşayamaz oldular.

Eğer açlıktan ölmemişlerse, ya küçük gruplara bölünüp, çoktan unutulmuş eski göçebe yaşam biçimine geri dönecekler ya da doğadaki kıtlığın yarattığı duruma karşı bir yol bulacaklardı.

İşte bu buldukları yol, etkin tarımdı. İnsanlar yüzlerce kuşak boyunca yabani bitki ve sebzelerle beslendikleri için bitkiler üzerine inanılmaz bir bilgi biriktirmişlerdi. Şimdi ise bazı insan toplulukları bu bilgiyi kullanarak , yiyeceklerini temin için, o yabani bitki ve sebzelerin tohumlarını toprağa ekmeye başlıyorlardı."













Sent from my iPad using Tapatalk
Cevapla
#86
Vakit bulduğumda hatftasonları farklı tahıllardan ekmek yapmayı seviyorum. Çok meditatif ve keyifli bir hobi bu.

Bu haftasonu ev halkı için fırında yaptığım üzümlü köy ekmeği (taş değirmende çekilmiş çavdar ve tam buğday unundan)





447f5a8d1d4632f1f0555956f7903d68.jpg


Sent from my iPad using Tapatalk
Cevapla
#87
@SumNauta Şefik Kardeşim tebrikler şapka çıkartıyorum.
Cevapla
#88
Estağfurullah Ayhan Bey, çok teşekkür ederim


Sent from my iPad using Tapatalk
Cevapla
#89
@SumNauta çok merak ettiğim bir husus var, sakıncası yoksa açıklarsanız sevinirim. Bu kadar uğraşı, hobi, kitap okuma vs. için bu kadar vakti nasıl buluyorsunuz Allah aşkına? Huh Bize 1 gün 24 saat, size 72 saat falan mı? Confused Gerçekten şapka çıkartılacak bir performans, tebrikler Smile
Cevapla
#90
(21/06/2017, Saat: 23:01)msakalli Adlı Kullanıcıdan Alıntı: @SumNauta çok merak ettiğim bir husus var, sakıncası yoksa açıklarsanız sevinirim. Bu kadar uğraşı, hobi, kitap okuma vs. için bu kadar vakti nasıl buluyorsunuz Allah aşkına?  Huh  Bize 1 gün 24 saat, size 72 saat falan mı?  Confused  Gerçekten şapka çıkartılacak bir performans, tebrikler  Smile

+1
Şefik abi bu kadarına yüreğimiz dayanmıyor Big Grin
Cevapla


Konu ile Alakalı Benzer Konular
Konular Yazar Yorumlar Okunma Son Yorum
  Tarım Kredi Elit Zeytin Kolonyası İncelemesi yarhasan 4 14,314 23/12/2012, Saat: 00:07
Son Yorum: BigHillMe

Hızlı Menü:


Konuyu Okuyanlar: